Müzisyen ve celladı

-
Aa
+
a
a
a

Ömer Madra: Güney Afrikalı müzisyen Roger Lucey konuğumuz. Ancak konumuz sadece müzik değil, müzikle beraber işkence ve kurbanları konusunda, insan hakları meselesi var. Diğer konuğumuz ise Roger Lucey’i kovalamakla görevlendirilmiş Güney Afrika’nın eski güvenlik şubesi polis memuru, şimdi araştırmacı, felsefeci ve hukukçu Paul Erasmus. Üçüncü konuğumuz ise Selim Badur. Onlara bu daracık vakitte doğrudan doğruya kendi hikayelerini soralım, zaten hikaye de kendisini, bütünün anlatacaktır. Fazla da soru sormaya gerek yok herhalde.

 

Roger Lucey: Biraz önce dinlediğimiz müzikten kaynaklanıyor bütün herşey, “Lungile Tabalasa” adlı polis gözetimi altında kaybedilmiş ve öldürülmüş bir genç adamın hikayesi. Zaten ben 30 yıl önce Güney Afrika’nın ve dünyanın en karanlık dönemi, apartheid diye adlandırılan korkunç ırkçı rejimde bu tarz müzikler yapıyordum ve başım da sürekli olarak polisle belaya giriyordu. Bu tarz müzikleri yaparken, hem konserler verirken aslında Güney Afrika’da da oldukça ünlü bir müzikal kimliğe sahiptim, gerçek bir yıldızdım...

 

Selim Badur: Yıldızını söndürmüşler.

 

RL: Birdenbire yıldızım sönmeye başladı, çünkü müzisyenlerim ile beraber konserlerime geldiğim zaman “artık çıkamazsın, bu konser olmayacak iptal edildi” dendi. Polis tarafından evime baskınlar, stüdyoya baskınlar... birdenbire etrafımdaki çember kapandı, bu tarz müziklerle, böyle müzikler yaparak. Sözleri, ki biraz önce çaldığımız Lungile Tabalasa adlı parça tamamen gerçek, yani poliste gerçekten sorgu sırasında öldürülmüş bir siyah delikanlının hikayesi anlatılıyordu.

Roger Lucey

 

ÖM: Bir baskı geleceği beklenebilir miydi?

 

RL: Evet, fakat herşey o kadar gizli yönetiliyordu ki, hiçbir şey söylenmiyordu; ne basında, ne sana doğrudan doğruya. Bana gelip de “seni şu sebeplerle kovuşturuyoruz, şöyle baskı yapıyoruz” vs. diye asla hiçbir şey söylenmedi. Burada çok başarılı gelişmekte olan, büyümekte olan bir kariyerin söndürülmesi hikayesi var. Yani adım be adım polisler ve merkezi devlet, ırkçı yönetim kariyerime son verdi, sessizleştirdi, susturdular.

 

SB: Belki birazdan işin öteki tarafına geçebiliriz?

 

ÖM: Ne zaman biraraya geldiniz, nasıl tanıştınız?

 

RL: Benim kariyerim bu şekilde kapandıktan, hiç anlaşılamayan bir şekilde gizlice kapandıktan sonra 13 yıl geçti aradan ve bir baktım bir gazetede benim kariyerimin nasıl adım adım söndürüldüğüne dair etraflı bir yazı var. Gazete açıkça yazıyordu, ki Paul Erasmus “Ben eski bir güvenlik şubesi polis memuru olarak bu işle görevlendirilmiştim ve Roger Lucey’in müzik hayatını bu lafları edemesin diye karartmakla meşguldüm” diyordu.

 

ÖM: Bu hikayenin karanlık tarafından bahseder misiniz? Ayın karanlık yüzü, yani polis tarafı nasıl gelişti?

 

“Şarkıda düpedüz herşeyi söylüyordu”

 

Paul Erasmus: Askeri polis büyük birader olarak zaten herşeyi gözlemekteydi ve Roger Lucey aslında oldukça önemli bir müzisyendi ve ünlü Manfred Mann topluluğu ile de birarada kayıt yapmak üzereydi. Voice of America’da kendisiyle yapılmış bir röportajın kayıtlarını da gizli polise ilettiler. “Kimdir bu adam, neler yapıyor? Takip et” dediler bana. Az önce dinlediğimiz parçayı da gizli polis kayıtlarında dinledik ve orada belki de Güney Afrika’da ilk defa şunu fark ettik: Çok açık bir şekilde bu Güney Afrikalı siyahi çocuğun gözaltında öldürüldüğünü şarkıda söylemekle kalmıyor, bu bizim mensup olduğumuz özel branşta bu işin yürütülmüş olduğunu şarkıda düpedüz söylüyordu. Bu onun cesaretiydi ama aynı zamanda da belki aptallığıydı, karar veremiyorum hangisi.

 

Oturup bir güzel şarkının sözlerinin dökümünü yaptım ve buradaki korkunç lafları, devleti suçlayan lafları da oturdum Pretorya’daki asıl polis merkezine yolladım. “Böyle böyle şarkılar yapan bir adam var, ne düşünüyorsunuz?” diye. Onlardan da telefonla bir davetiye geldi, çünkü hiçbir yazılı kayıt bırakmazlar, bunu bütün dünya bilir, tamamen gizli çalışan bir rejimdi. Onlar da “Gel bakalım Pretoryaya, bizim buralarda seninle konuşalım” dediler, ben de gittim. Bu olaylar Johannesburg’da oluyor. Kalkıp gittim, komutan da “Sana serbest geçiş belgesi veriyorum. Ne yaparsan yap ama bu adamı durdur. Bu şekilde konuşmasın, sussun! Bu tip kötü, pislik yayılmasın. Senin sorumluluğun” dedi.

 

İlk kazandığım ‘başarı’ Johannesburg’da; bir gece kulübünde Roger’ın bir programı olduğunu öğrendim ve gizli polisteki arkadaşlarımla beraber işe giriştik, konseri nasıl sabote ederiz diye. Havalandırma deliklerine göz yaşartıcı bomba koyarak patlattık. Tabii ortalık birbirine girdi, herkes gözleri yaşararak kaçtı, ortada konser filan kalmadı, biz de çok güldük bu işe.

 

ÖM: Şimdi gülüyorsunuz ama, o zamanlar komik değildi, değil mi?

 

PE: Evet, doğrusu en azından müzisyen tarafı için hiç komik değildi. Bu ilk adımdı. Ondan sonrası çok daha kolay geldi, çünkü hemen bürosundaki ve evindeki bütün telefonlarını dinlemeye başladık, telekulağa aldık. Ayrıca etrafı bütünüyle muhbirlerle çevrilmiş durumdaydı. O yüzden de bizim için bunu bu şekilde baltalamak çok kolay oldu, çünkü mesela bir restoranda yine müzisyen arkadaşları ile beraber bir şovu vardı ve onu da doğrudan doğruya restoranın sahibine, yönetime gidip “Bu adamların çalmasına izin verirsen biz bu restoranı kapatırız ve burayı başına yıkarız” dedik. Adam da tabii ki gerekeni yaptı, iptal etti konserleri.

Şimdiye kadar anlattıklarım bu işin illegal kısmı, kapalı kısmıydı. Bir de legal kısmı vardı, o da prodüktörüne gittik, plaklarını çıkaran şirkete gittik ve “Bakın bu adam terörist ve komünisttir. Ülkeyi bölmeye çalışıyor, mahvetmeye çalışıyor. Yakında da zaten tutuklanacak, mahkeme kararı çıkacak ama siz kısa yoldan bu mahkemeler, vs. olmadan bu işten vazgeçin ve sözleşmelerini de iptal edin. Bu iş bitsin!” dedik. Mesajımız çok netti ve net olarak da aldılar. Ondan sonra da artık operasyon esas itibarı ile tamamlanmış gibi görünüyordu; prodüktörle konuşma, konserleri sabote ettikten sonra ufak tefek parçalar kalmıştı, onları da halledelim, dedik. Bazı plaklarının promosyonu da hâlâ yapılıyordu, onu satacak olan dükkanlara gidip doğrudan doğruya gizli polis kimliğimi gösterdim ve eski sözlerimi de tekrarladım: “Bakın, toplum için tehlikelidir. Halk düşmanıdır, çok tehlikeli müzikler yapıyor” dedim.

Paul Erasmus

Aslında gizli polis o kadar kuvvetliydi ki gidip orada bulduğum bütün CD’leri, plakları topladım, koltuğumun altına koydum “ben bunları alıyorum, ama başka basar da bunları satarsan senin için kötü olur, ticaretin de biter, zaten bu adam tutuklanacak” teranesini de tekrarladım ve bu da işin sonunu getirdi anlaşılan. Bir de tabii işleri tamamlamak üzere bu yayınları kontrol eden Pretorya’ya, merkeze gidip bu sözkonusu plaklar artık yasaklanmıştır ve bunları çalanlar, kendi evinde bulunduranlar, kendi özel pikabında çalanlar ya 10 bin rand (Güney
Afrika parası) ile cezalandırılacaktır ya da 10 yıl hapis cezası ile cezalandırılacaktır, ya da ikisi birlikte şeklinde bir kararname çıkarttım genel yetki ile. İşin ilginç tarafı, bugüne kadar bu yasak kaldırılmış değil; yani sizin teknik adamınız (Barış Kitapçı) bu parçayı çaldığı için Güney Afrika’ya girerse bu cezalara çarptırılır.

 

“Aramızdan pek çoğu intihar etti”

 

ÖM: Neyse biz bu sorunu Barış’a devrederek kurtulduk, bize bir şey olmuyor! Peki bu hikayenin sonunda nasıl arkadaş oldunuz ve mücadeleyi yürütmeye devam ettiniz?

 

PE: Artık şimdi Güney Afrika’da o rejim günleri geçti, geride kaldı ve çok iyi bir ülke halini aldı. Fakat o dönemdeki durumu anlatmak bile imkansızdı. Ülke değerlerine, milli değerlere aykırı bulunan herhangi bir şey tamamen yasaklanıyordu. Müthiş bir baskı. Ve ben 1993’te tıbbi sebeplerle polis teşkilatını terk ettim, ama gerçek sebepler de zaten çok... içki, uyuşturucu ve depresyon, hatta sinir buhranı gibi şeylerle pek çoğumuz bu durumdaydık. Çok fazla şey görmüş ve yaşıyorduk, dayanılır gibi değildi. Aramızdan pek çoğu da zaten intihar etti, en büyük hastalıklarla geçirdi ömrünü. Ben ondan sonra farklı bir kariyer yaptım, hukuk ve felsefe okudum... Fakat, dinleyicilerinizin ilgisini çekebileceğini düşündüğüm için söyleyeyim, dışarıya hiçbir şey sızdırılmıyordu, yansıtılmıyordu bu rejimin korkunçluğu hakkında. Ama mesela gazetelere intikal etmiş olan ilginç bir örneği, çok derinlerdeki durumu göstermesi açısından söyleyeyim. “Kara güzel” (black beauty) diye bir atın hikayesinden bahsedeyim. Aslında bu klasik bir çocuk hikayesi, at hikayesi ama, siyah güzellik, güzel siyah diye, -siyah bir atın hikayesiydi- onu bile yasaklamışlardı.

 

ÖM: Bu bizim için de çok uzak, yabancı değil Türkiye’de yaşayanlar olarak.

 

PE: Fakat o günler geride kaldı ve şimdi birlikte gördüğünüz gibi işkenceci ile kurbanı bir arada ve ‘Düşünce Özgürlüğü için Üçüncü İstanbul Buluşması’ içinde 23-26 Ekim tarihleri arasında sürecek. İstanbul Bilgi Üniversitesi Dolapdere kampüsünde de konuşmacı olarak bulunuyorlar.

 

SB: Roger ve Paul’un konuşması 25 Ekim Cumartesi günü saat 18:00’de.

 

ÖM: Yarın Bilgi Üniversitesi Dolapdere kampüsünde bütün bu başlarına gelenleri, geçirdikleri inanılmaz macerayı anlatacaklar.

 

SB: Bir de o döneme ilişkin gösterecekleri filmleri var. Ben izleme olanağı buldum, o da ilginç, çok çarpıcı.

 

ÖM: Dinleyicilerimize tavsiye ediyoruz.

 

(24 Ekim 2003 tarihinde Açık Radyo’da Açık Gazete programında yayınlanmıştır.)